Kilomertelercesine
‘‘orpheus birden bir çılgınlık etti, boş bulundu,
ölüm tanrıları bağışlamasını bilseler,
bağışlanır bir çılgınlıktı bu’’
Vergilius
7
‘‘Bir gürültü ancak bir başka gürültüyle susturulur.’’ diye mırmırlandı Cihan. ‘‘Bu budur. Çivi çiviyi söker.’’ Boğazındaki acı tat kaybolmadan epey önce, dudağının sol kenarındaki gençlik yarasından salyası akar akmaz, bir an, ekiptekilerin sabahleyin çaylaktan aktardıkları ‘‘Sessizlik, iki nota arasındaki boşluktur.’’ sözünü hatırladı. Tam şu an, clubın pasaklı fayanslarına kattığı renkle burun burunayken boş olan tek şey midesiydi. ‘‘Şarkıcıyı polis yaparsan...’’ diye geçirdi içinden. Duyduğuna göre adam, keman mı opera mı bir bölümden mezunmuş. Neyse ne.
Ağzında biriken tükürüğünü ön dişleriyle ısırdı. Çokbirşeyanlamışgibiuzunuzunsusmuştuekiptekiler. Ona soracak olursanız, amma boktan laftı. Eğer ona soracak olursanız, göt kadar yerde, bu boş boş konuşan adamla henüz karşılaşmadığı için kendini şanslı sayardı. Sadece arada sırada, karakolda bir o yana bir bu yana koşuştururken, telsiz seslerini susturan şarkıları duyardı. Herhalde çaylaktan geliyordu. Müzik okumuş ya. Neyse ne.
Tuvaletten çıkıp, dans eden topukların hipodroma çevirdiği piste dönerken müziğin duvarlara ve midesine çarpışını duydu Cihan. Keyfi yerindeydi.
Bugün evde kalıp yarınki operasyon için dinlenmesi daha iyiydi belki ama dünden beri beyninin içinde faylar çatırdıyor, topraklar yarılıyorken iyi bile dayanmıştı. Dün akşam bir protestoya müdahale etmişlerdi ve onun canını sıkan ne eylemcilerdi ne de “eylemi dağıt” emri. Meydanı dolduran kalabalığın meydanlardan taşan sesi yüzüne ilk çarptığında, annesinin rahminden fırladığı anı duyacak oldu: ‘‘Hayır, siktiğimin yerinde siktiğimin faşistini sittinsene protesto edebilirsin. Bunda bir şey yok ki. Ama niye götünden solur gibi aralıksız bağırırsın? Niye?’’ Evininkapısınıçarptığıgibikaçıpkoştuğucluptan, şimdi kafasının içindeki uğultu dinmiş bir vaziyette ayrılıyordu. Keyfi yerindeydi.
Henüz ilkokula giderken keşfetmişti, kafasındaki depremlerden kalan son yeryüzü şekillerini de son ses müzikle yerle bir edebileceğini. ‘‘Bu budur. Çivi çiviyi söker.’’ Aynı şeyi koşarak ama hep koşarak, kilometrelercesine koşarak da yapabileceğini ise lisenin başında öğrenecekti. Şimdi de koşuyordu. Şimdi iyiydi. Şimdi, ipler elindeydi.
6,5
Sadece uykusuzluktan değil kara kara bulutlardan da olacak, alarm çubuğunun genişliği kadar aralayabildiği gözleriyle bir süredir ekranda doğru kaydırmayı yapabilmeye uğraşıyordu. Buluşma yerinin merkezden dört km öteye alındığını bildiren mesajı idrak edince, susturamadığı telefonunu fırlattığı gibi çıktı evinden.
Daha yarım kilometre kadar gidecekken varış noktasını onun için yakınlaştıran şey, köşeyi döndüğünde önüne kıran ekip arabası oldu.
Bir an, koşarken aldığı tüm nefes yanaklarını şişirdi.
Bir an, tek duyduğu damaklarına değen nemli hava oldu.
Direksiyondaki, ani fren için özürler dilerken, ‘‘Önüne baksana göt lalesi!’’ diye verdi nefesini Cihan. Değişen buluşma yerine gecikmemek için yaptığı hız bir anda kesildiğinden, ayaklarının ve baldırlarının hızını şimdi gözleri taşıyordu. Onları soluklandıracağı yeri ararken, ‘‘Bir şarkı patlat be Ege!’’ geldi arka koltuktan. "Havamız değişsin." Şimdi… Tüm hipodrom ayaklar altındaydı.
Plan basitti. Bir aydır peşinde oldukları adamlara, artık hiçbir kaçış deliği bırakmamak adına hem yerin altından hem yerin üstünden eş zamanlı saldırılacaktı. Bu plandan Cihan’ın payına kanalizasyon ve çaylak düşmüştü.
Arabayı üç ayaklı, eski su deposunun altına çekip dağıldılar. Cihan bir adım önde, Ege bir adım geride, siyah ve ağırlaşmış bulutların altında başladıkları yürüyüşlerini kanalizasyonda sürdürdüler. Ege sessizlikte çıkan vıcık sesleri duyunca ‘‘Suyun her türlüsünü severim. Deniz çocuğuyuz tabii...’’ diyip gülümseyiverdi.
‘‘Şşşştt’’ dedi Cihan. ‘‘Sus bi!’’
Ege, gözleri ayaklarında, sebepsiz yere patlayan bu adama tam yükselecekken kurşun sesleri onu durdurdu. Kırk metre kadar ileride bir düzine kadar gölgenin onlara doğru büyüdüğünü gördü. Cihan’ın silahını çoktan eline almış olduğunu gördü. Cihan’ın tabancasından çıkan kurşunları gördü. Kurşunların karanlığı delişini gördü. Sol eli silahında sağ kolu Cihan’ın göğsünde bir hamlede ikisini de metal şebeke borusunun gerisine yasladı. Bu o kadar hızlı gerçekleşti ki ikisinin de duvara çarpan vücudundan tok bir ses çıktı, vücutları duvardan sekti ve tekrar duvara çarptı. Kaburgaları çarptığında ikisi de soluksuz kaldı. Bir kurşun anında, Cihan yüzünü Ege’ye döndü. Bir kurşun metal boruya çarptı. Bir an, Ege’nin gözlerine baktı. Bir kurşun daha. Ege’nin sol kaşından fışkıran kanı fark etti. Bir kurşun...
0
‘‘Bir tur daha!’’ diye bağırdı koç. 500-500 gidip gelmeleri on turu bulmuştu zaten. Yukarı doğru hız alıp tekrar daldılar, suyun altında göz göze, koça küfrettiler Cihan ve Kerem. Güldüler. Onlar gülünce yukarıya bizim sayamayacağımız kadar baloncuk çıktı.
Cihan liseye başlar başlamaz okulun havuzuna da kaydoldu. Suda karanlık bir taraf buldu; sesleri susturan, düşünmeden düşünmeyi sağlayan bir taraf. Su iyiydi. Suyun altında, iyiydi.
Tabii, çocukluktan beri ayrılmadığı Kerem olmadan olmazdı. İkisi birlikte büyürken, şeylerle nasıl dövüşeceklerini de birlikte öğrenmişlerdi. Suyun altı, karadaki yüklerini alabora edebildikleri tek yer olmuştu. İçlerindekini bir kulaca bin kulaç duyurmak istediklerinde kendilerini buldukları yer, yine burasıydı. Kerem, tek beş yüz metreyi aldıktan sonra birden dibe daldı, Cihan da merakla peşinden. Kerem’in bel çukurundan kalçasına uzanan ince çizginin bir sağa bir sola kavislerini izledi. Aşağı doğru hız almak için önce ayaklarını birleştirip diz kapaklarını iki yana açışını, ardından ayaklarının tabanlarını yukarıya itip kendini dibe doğru fırlatışını gördü. Biraz ilerleyişten sonra yine aynını yaptı ve sonra yine ve dibe, daha dibe. Cihan, fayanslara bir avuç kala onun önüne geçebildi. Göğüs kafesleri birbiri üzerine inip kalkarken, su kapkaranlıktı. Afallamıştı. Suyun altına, buraya, vücutlarının taşıdığı öfke dışında bir şey getirebileceklerinden haberi yoktu. Bir nefes Kerem’in dudakları için, bir nefes Cihan’ın kaşları için durdular. Suyun altında da üstünde de bu bekleyişe yabancıydılar. Tanıdık bir şey bulabilmek için geri kalan tüm soluklarıyla beraber yumruklarını da kullandılar. Hızla yukarı yükselirken ağızlarındaki tuz ve kan tadında neyi aradıklarını unuttular.
0,5
Yarım saniyelik bir anda, Cihan toplayabileceği bütün sessizlikleri aralarına koydu. Ege'nin ağzı ne kadar açıldıysa Cihan'ınki o kadar sustu. Ege dur durak bilmeden, dört nala anlatıyordu ve Ege anlattıkça Cihan dinleyebilirdi. Sonunda Ege’nin tüm nefesini tükettiğini zannetmişti ki o yarım saniyede ‘‘yu-ka-rı’’ sesini duydu.
Ege, Cihan’ı elinden kavradı ve bir kez daha bağırdı: ‘‘Yukarı!’’
Ege önde, Cihan arkada şebeke kanalından yeryüzüne doğru çıkarken şehir, altında tuttuğu boklarla tepesindeki yağmuru aynı anda üstlerine boca ediyordu. Cihan kısa bir süre, peşlerinde oldukları şu bir düzine adamdan şimdi niçin kaçtıklarını idrak edemedi. Tıpkı biraz önce Ege’nin tüm şarjörünü metal boruya boşalttığını, borunun bağlantı yerinden parçalandığını ve o borudan kopan paslı bir parçanın Ege’nin kaşını yaraladığını fark etmediği gibi. Kovaladıkları bu adamlar, Ege’nin ve Cihan’ın arkasına saklandığı boru parçalanınca çatışmadaki kalabalık taraf olduklarını anlamışlardı. Ege ise bunun olacağını öngördüğü için bu kaçış yolunu açmıştı ama öngöremediği şey, yukarı tırmanırken tuttuğu eli, şimdi yan yana koşarken de bırakmak istememesiydi.
Eski su deposunun altındaki arabayı kendilerine siper edebildiklerinde yedek şarjörleri de tükenmek üzereydi ve bunu az çok kestiren arka taraftakiler giderek yaklaşıyordu. Konuşmaya hiç gerek duymadılar, tereddüt etmediler. Tabancalarını üç sacayaklı, eski su deposunun altına doğrulttular. İşe yarayacağını umarak gözlerini yumdular.
Çok güzel, emeğine sağlık:)
YanıtlaSil