Sn. Binali KESİK Hoca'ma En İçten Sevgilerimle

                       Dört sene üst üste şampiyon olduk 

Avrupa’nın kralı olduk 

Gerçekleri tarih yazar, tarihi de Galatasaray 

Gerçekleri tarih yazar, tarihi de GALATASARAY!...


Sevgili Hocam, 

dört yıllık lise hayatım boyunca sizden öğrendiğim iki önemli şey var: Başta Galatasaray, sonra insan sevgisi… Ben hocam, baba kontenjanından mecburi Fenerli doğan bir insan olarak sizdeki tutkuyu gördükten sonra cimbomlu olurdum ya şu döneklik meselesi olmasaydı… 

Şu futbol garip şey hocam. Bir kelime var hani “metafor” diye. Yanlış anlamayın, siz derslerde elbet anlatmışsınızdır da benim kafa başka yerlerdedir, ama ben bu sözün anlamını tiyatroya gide gele, birkaç oyun seyrede seyrede öğrendim. Tiyatrocular bu kelimeyi çok seviyor. Aşağı metafor yukarı metafor… Bir de bir kelimeleri daha var. “Ali’ye göre” mi ne öyle bir şey… Lafı ağızlarında yağ gibi öyle bir kaydırırlar ki siz, kaç yıllık edebiyat hocası Binali KESİK bile anlamaz da çaktırmamak için “Hımm, ilginç... İlginç bir okuma.” dersiniz. Ama dert etmeyin onlar da bizden pek farklı değil. Başları sıkışınca bu birkaç kelime etrafında dönerler: Yok “Aman Allahım bu ne denli güçlü metaforlar!” yok “Fakat yine de Ali’ye göre samimiyeti biraz tartışmalı.” yok bilmem ne… 

“Ya kim bu Ali ? Haşa, Allah ile neyi tartışıyor?” diye soramazsınız tabii. Ortam müsaade etmez. Biraz önce oyun izlerken her türlü coşkunun da kahır belanın da yaşandığı yer aynı yer değil sanki. Işıklar yanınca oynama sırası bize düşer. Olsun olsun en kışkırtıcı olarak, belki, “Peki bu okumayı hangi yan okumalarla desteklediniz?” repliğini seçebiliriz. Açıkçası derslerinizi dinlediğim zamanlar “okuma”nın en çok bir şeyler izlerken işime yarayacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Anlayacağınız hocam, üniversite yıllarımdan bu yana tiyatroya gitmeyi çok sevsem de çıkışta yapılan muhabbetlere pek alışamadım. 

Neyse, futbol diyordum. Şu futbol garip şey hocam. Futbolcuların sapır sapır vurdukları şu top var ya, Ali’ye göre de öyle mi bilmem ama bence metaforun dik alası. Şöyle örnekleyeyim: Diyelim Ali Sami Yen’desiniz. Bir kere karşı takımın taraftarlarına göre hepiniz en başta birer “top”sunuz hocam. Sonra cimbomlu, sonra insan vs. ... Ben demiyorum, onlar diyor. Siz benden daha iyi bilirsiniz. Olmaz ya diyelim oldu, takımdan hiç memnun değilsiniz ve yeni bir takım tutmak ya da herhangi birinin taraftarı olmamak istiyorsunuz. Futbolu takım tutmaktan daha çok seviyorsunuz mesela. Ya da sadece bazı eleştirilerinizden bahsediyorsunuz. Bu sefer kendi takımınıza göre “top”un önde gideni yine sizsiniz hocam, “dönek”siniz. Onların lafı vallahi, benim değil. Belki de zaten futbola hiç ilgi duymadınız. Geçmiş olsun… Siz de “Bunebiçimbirerkek” oldunuz, artık kadrolu bir “top”sunuz. Tabii el alemin hırıltıları bunlar. Ben ağzımı açmadım hocam. Yemin ediyorum, şu futbolda en çok topun kafası rahat. Her biri edebi birer derya olan erkeklerle yüz göz olmak zorunda kalmıyor. Tartışma programlarına hiç girmiyorum bile… 

Bana, “Ulan İlker, aşk olsun… Sizinkilerle bizim hocaların yaptığı maçların hiç mi hatırı yok? Ya günün sonunda herkes dağılırken yaptığımız hararetli kritiklerin? Hiç mi sevmedin futbolu?” diyebilirsiniz. Olmaz olur mu? Ben okula bu yüzden gelirdim zaten. 

Ama benim derdim futbol değil hocam. Cumartesi günü lise üçlerin oyun çalışmasını izlemem için beni davet etmiştiniz. Tiyatro ile ilgilendiğimi bildiğinizden, futboldan kalma

bir alışkanlıkla, genç oyunculara bazı “taktik”ler vermemi istemiştiniz. Ben de size “Saatinde oradayım!” demiştim. Teklifinizi kabul ettiğimin dakikasında ise aynı gün Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın “Şatonun Altında” isimli oyununun olduğunu hatırladım. Saniyesinde “Ben bu işte yokum.” diyemedim de onun yerine size bu mektubu yazmaya karar verdim. Dört cevapsız çağrı ve altı mesajdan sonra, pazar pazar neyi okumak hoşunuza gider bilemediğim için de lafı uzattıkça uzattım. Kah duygusal çıkışlar yaşandı kah erkeklikten dem vuruldu. Yeri geldiğinde espriler yapıldı, gülündü geçildi, gerektiğinde kışkırtıcı sorular… Bir şekilde buraya kadar geldik. 

Lisede sizin sahneye koyduğunuz “Kınalı Kuzular” piyesinde “Kınalı Hasan” rolünü oynadıktan sonra tiyatroya gönül verdiğimi düşünüyorsunuz. Öğrencilere Facebook’tan kostümlü fotoğraflarımı gösterip sahne tozunu konferans salonunda yuttuğumu gururla söylüyorsunuz, biliyorum. Biliyorum, size ve konferans salonuna karşı vefa borcum olduğunu düşünüyorsunuz. Biliyorum çünkü bunların aynısını bana da söylediniz. Ama her ne kadar Çanakkale Savaşı’nda bıraktığım okulumun aradan geçen dokuz yılın sonunda Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir başka piyese doğru ilerlemesini umut verici bulsam da “Şatonun Altında”yı epeydir merak ediyordum ve izlediğime hiç pişman olmadığımı söylemeliyim. Biraz oyundan bahsedersem belki siz de bana anlayışla yaklaşırsınız. 

Hatırlarsanız biz “Kınalı Kuzular”a karar vermeden önce seçeneklerimiz arasında bir de Shakespeare olsun diye “Macbeth”i okumuştuk. Fakat sonrasında müdür beyin konusu Çanakkale olsun ısrarı sonucu “Kınalı Kuzular”a karar vermiştik. Ayrıca Shakespeare'in şiirsel dilini anlamanın güç olacağını söylemiştiniz. “Şatonun Altında”yı izlemeden önce ben de Çanakkale değil belki ama şiirsellik kaygısını taşıyordum. Çünkü “Şatonun Altında” bir “Macbeth” uyarlaması. Ama ne uyarlama… Hocam açık konuşayım, ezber anlamında biz 9/D’nin işi daha zordu. “Kınalı Kuzular”ı noktasına virgülüne kadar değiştirmeden oynamıştık. Siz yazarın sözünün kutsal olduğunu hatırlatırdınız sık sık. Burada ise Shakespeare’in dizeleri oyunun içindeki birkaç alıntıdan ibaret. 

Sanki metin Shakespeare’in olmaktan çıkmış da oyuncuların ve seyircilerin, hepimizin olmuş. İyi ki de öyle olmuş. Macbeth’in, Lady Macbeth’in ve daha birçoklarının güç uğruna yaptıklarının kanlı hikayesi onların kirli çarşaflarını temizlemek zorunda olan iki kadın tarafından anlatılıyor. Bu iki çamaşırcı Macbethlerden önce de sonra da sanki hep şatonun altında yaşamışlar. Her şeyle alay ederek ve seyircilerin kahkahalarını da yanına alarak iktidar ve erkekliğin yıllardır süren iş birliğinin altını oyuyorlar. Hocam hatırlar mısınız bilmem, bizim 18 Mart’ta yaptığımız gösterime çay ocağındaki Yasemin Teyze de gelmişti. Oyunun en can alıcı sahnesi olarak düşündüğünüz Kınalı Kuzular’ın şehit olduğu kısımda Yasemin Teyze’nin kahkahaları dinmemişti. Hoş, müdürün bakışlarıyla oyundan çıkarıldıktan sonra da yankısı bizimleydi ya neyse… Hayır, kulakları ağır işittiğinden mi bilmem, bir de ne yüksek sesle gülerdi. Selamdan sonra müdüre çay götürmeye gittiğimde Yasemin Teyze hala kıkırdıyordu. “Hamsi kadar boyumuzla” büyük laflar edip de titreye titreye yere devrilmelerimize dayanamamış. Bu mizansene yarıyıl tatilinden beri çalıştığımızdan ve oyun için taşıdığı anlamdan bahsetmeye çalıştıysam da onun umru olmamıştı. 

Vallahi hocam, Yasemin Teyze’nin bizim müdür ile oyuna yaptığı neyse “Şatonun Altında”daki çamaşırcı kadınların Macbethgillere yaptığı şey de oydu. Aslında annem ne evin tozlarını ne babamın homurtularını “salladığında” olan şey de aynısıydı sanki. Bir buz

çatlar, altındaki su görünürdü. Nasıl metafor yaptım ama hocam? Nereden nereye?... “Top”tan “buz”a şu erkeklik meselesini boşuna açmadım hocam. Ee, nihayetinde TEB Oyun’a da yazıyoruz olsun o kadar… Ayrıca Shakespeare hazretlerinin “Macbeth”te buyurduğu gibi: “Bir aptalın anlattığı masal bu: Kuru gürültüler, deli saçmalıklarıyla dolu.”1 Eh, nihayetinde TEB Oyun’a da yazıyoruz… İnsanlar okusun diye başlara biraz futbol mutbol serpiştirmek fena olmaz dedim. 

Az kalsın unutuyordum hocam. Müdür beye söylemeyin ama çamaşırcılarla Yasemin Teyze başka yönlerden de birbirlerine benziyorlar. Bir kere Yasemin Teyze nasıl çay ocağının kralıysa bu kadınlar da çamaşırhanenin öyle… Onlara orada kimse karışamaz. Bizzat deneyimledim, üçünün de tersi pistir. Belki de müdür bey bu sebepten kendisi bir türlü gitmezdi de hep bizi yollardı ocağa. Hem aramızda kalsın da, kendisi almaya gitse bol tükürüklü kahvelerinin tadını nerede bulacakmış acaba? Neyse… Benzerlikler bununla da sınırlı kalmıyor. Yasemin Teyze’nin kulakları duymuyor ya bunların da orası burası tutmuyor. Kemiklerde yamulma mı ararsınız çıkma mı yoksa yanlış kaynamama mı?... Hepsi bunlarda… Aşağıya birkaç fotoğraflarını iliştireceğim. Hayır bir de Yasemin Teyze’nin Karadeniz ağzı kadar olmasa da sesleri, konuşmaları epey olağan dışı. Tüm bunları dedim diye sakın yılgın insanlar gözünüzün önüne gelmesin hocam. Yasemin Teyze öyle mi hiç? Yanına gittik mi nasıl bırakmaz. Neşesini eksik etmez. Alttan girer üstten çıkar istediğini anlatır. Bunlar da “ille de oyun” demekten, anlatacakları hikayeyi kendileri gibi eğip bükmekten geri durmuyorlar. 

Eğer anlattıklarım sizde merak uyandırdıysa bir sonraki oyunlarına on birinci sınıflarla ve Yasemin Teyze ile birlikte gidebiliriz. Cevabınız hayır olursa da ziyanı yok. Oyun da hayat gibi “Bir saat boy gösterip, boyun kırıp gidecek!”2 Onun yerine bir maç ayarlarız. Maç sonrası kolalar benden olur. Siz de umarım beni affedersiniz. 

Ölümüne ölümüne ölümüne Galatasaray 

Ölümüne ölümüne ölümüne Galatasaray 

En içten sevgilerimle, 

İlker Çalışkan 


1 Shakespeare, William, Macbeth, çev.: Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2015. 2 Shakespeare, 2015, s. 101. 






*Fotoğraflar Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın web sitesinden alınmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anlat Demekle Olmaz… "Gözün Menzili: İslami Coğrafyada Bakışın Serüveni" Üzerine

"Kadınlar Savaş Komedi" Üzerine Bir Eleştiri