?

 Buradayız. Biz… Saat kaç oldu? Şimdi ve burada. Tamam. O nerede? O hâlde hazırız. Çoktan mı başladı? Hâlâ salona girenlerin seslerini duyuyorum ama. O devam ediyor anlatmaya. Kim o? “Karşımdaki” diyorum, kim? Oyuncu mu? Performer?

 O ne kötü kelime. 

Ya da “performansçı?” 

Iyy. 

Dansçı? 

E, ama konuşuyor. 

Zeynep? Cemal? Solo? Hepsi? Sahnede bir sandalye bir de mikrofon var. Yerde kâğıtlar… Bazı fotoğraflar ve bir şişe su… Başka? Kapı kapanıyor. Biz… Buradayız?

Eğer yaşam bir yolculuksa bize düşen ona eşlik etmek mi? İyi de yol arkadaşlarım ayrılırken hangi boşlukta hareket ediyorum?  Hakikaten seyahat onlarsız ne alemde? Seyre daldığımız alemler hangi demde? Performans anında? Gençlikte? Geçmişte?  Onları “şimdi ve burada”ya çekebilir miyiz? Tiyatroya? Tiyatro neden bir “kapan” gibi tınlıyor? Bir tür ruh çağırma mı bu, kaybolmuşlara seslenen? “Enchanted hopelessness?” Peki gidenler mi yoksa kalanlar mı sorusunu sormamak için ne kadar su içmek gerekir? 

Karşımda Zeynep Günsür, arkadaşı Cemal’e  mektup yazma niyetinde. Ya ben n’apıyorum? Tanıklığıma neden özdeşlikler dolduruyorum? Zeynep kendi arkadaşını anlatırken, belki de sadece ona seslenirken ve belki buna ihtiyacı da yokken niçin kendimi onun yerine koyuyorum? Niye kendi arkadaşımı da düşünüyorum? Mustafa’yı? Reenkarnasyon böyle bir şey mi? Cemal’le Mustafa’nın buluşma ihtimali gibi bir şey mi tiyatro? Sahi Horatio gözlerini kapasa Hamlet de hayale dalar herhalde değil mi? 


“Karanlıktan ışığa lineer bir geçiş olmayabilir. Deneyelim. Bir aydınlık. Bir karanlık. Bir aydınlık… Bir karanlık…”


Daha söyleyecek çok şey varken çoktan söylenmişlerle n’apılır? Onlar “malzeme” midir? Yaratıcılıktan yükselen öz suyu mu mektuplardaki sözcükler? Zeynep’in taşıdığı mektuplar, ona gelen, ona Cemal’den gelen, Rio’ya giden ve Rio’da kim bilir kimi bulan, şimdi burada olan… Şimdi ve burada… Zeynep ne zaman anlatmaya karar verdi? Çatıdan akan sular mektupları ıslattığında mı? Burgazada seferi iptal olduğunda mı? Boğaziçi’ndeki o sarmaşıkların topraktan çıkışı bile hâlâ aynı öyle mi? Tuhaf… Bir dakika, “anlatmak” derken? Sen tiyatrocusun diye İlker, her şey hikâyeye uymak zorunda değil. Başkalarının elinden sana gelen o fotoğraflar hikâye miydi sence? Başkalarının elleri hikâye mi? Gözleri? “Kalın bakışlar?” Zeynep’in tül eteği, şimdi ve bir zamanlar? Fotoğrafta duran, dans pistinde duran(?) buzdolabı? Değil mi?

Öyleyse bu hikâye nerede “kırılır,” nerede “derinleşir?” Katman katman… İstanbul’da? Suriçi’nde?  Zeynep’in bize dinlettiği ayinin yükseldiği kadim kilisede? Oradaki çınarda? Berlin’de? Hayali mektupların kovalamacasında dünya kazan… “Nil, senin suyundan içerim ha!” Derinlikler nerede? Ne var ki derinlerde? Mesela akşam ders çıkışlarında, bölüm odasında ne var? Sosyal medyadaki, dört çocuğuyla dünyayı gezen ailede ne var? Hâlbuki “gidilecek yerler bitti sanmıştık.” Biz Yeşil Üzümler Yenmez Zannetmiştik, aHHval, Ruhiye… Bu işler neden burada buluşuyor? Solo? demiş miydim? Zeynep’in işleri işte… 

Eskiden  ne çok giderlermiş ne çok buluşurlarmış. Artık buluşamayınca mı gidilen yerler azalır? Gidecek yerler kalmayınca nelerin anlamı değişir? Ya da örneğin neler ete kemiğe bürünür yanlardaki yağlardan başka? İsimler mi? Kadın? Sanatçı? Akademisyen? Anne? Bölüm başkanı? Zeynep? Beraber çıktıkları yolda Cemal’siz neredeyse 30 yıldan sonra bu Solo? Yaş aldıkça bir yüzünü neden çocukluğa döner insan? Artan sorulardan mı? Öyle ya, kalpten sorulmazsa büyüsü nerede sahnenin? Orta yaşında ve ortada… Cemal Solo?’yu  nasıl seyrederdi acaba? Şimdi ve burada kalabilir miydi? Etrafı yüksek dağlarla çevrili Rio’da mektupları hiç tanımadığı insanlara ulaştığında “seyir yeri” diye bir şey kalmış mıydı ki? Onlarla dans ederken? İnsanlar arasında kurulan bağlar damarlardan ibaret olabilir mi? Damarlar belleği taşıyabilir mi? 

“Ben” diyorum ya, “Cemal” diyorum veya “Zeynep” ve “Mustafa,” başkaları ne diye okuyacak bunları? Siz, sevgili okur, Karakterin Ölümü’nü duymuş muydunuz? Misal performans, tiyatro, postdramatik tiyatro, dans ve de niceleri el ele verip bir delikten atlasalar süveyda makamında kimin yankısı işitilir? İnsanın zaten çok da uzun olmayan ismini kim kısaltır? “Ze ze zey Zey Zey ze ze ze ze zey Ze Ze zey zey Zey Zey Zey zey!!” Sade bir seslenişinde bir dostun, hangi perdeleri kalkar yüreğin? Ya senin ona gönderdiğin selam? Aslında onun bir hediyesi olabilir mi? Bedeninde taşıdığın titreşim? Anıların frekansı? Bilmem ve kahinlik de etmek istemem ama sesiyle tüm İstanbul’u kucaklayan bir şarkının arkadaşının penceresinden gelmesi mümkün mü? 

Zeynep bize sırtını döndüğünde veya Cemal ile el ele koştuğunda nabzım neden artıyor? Ya da yalnızca su içtiğinde? Kalbim neyi tanıyor zihnimden önce? Sahne koyu karayken gözlerim ne arıyor ve nerede? Performans sona erdiğinde, sessizlik ile kimsesizlik ne yaparlar birlikte? Ne konuşuyorlar dip dibe? Onca laftan ne kalıyor geriye? Hangisi tarif edebilir ki Cemal’i ve Mustafa’yı tanımanın hayretini? Performansın sonrasını, tiyatrodan başkasını, içimize sığmayanı “boşluk” üstlenebilir mi? Hem bir parçamız olan hem ihtimallere açılan boşluk… Bizi sahneye çeken şey bu boşluğun ta kendisi olabilir mi? Sezdiğimiz ama tam olarak bilemediğimiz… İşte oradan yüreğimize sızan dost nasıl oluyor da yine oraya sızısını bırakabiliyor? Bir küçük nokta, süveyda,  o boşluğa ışığını nasıl düşürebiliyor?  Ve kim bilir kimi zaman savrulduğumuz yollar, savulun! Etrafımız sıkışık, kafamız dağınık… Yürüyoruz. Biz. Buralarda bir yerdeyiz… 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sn. Binali KESİK Hoca'ma En İçten Sevgilerimle

"Kadınlar Savaş Komedi" Üzerine Bir Eleştiri